Köşe Yazarlar
Yüksel Genç Güncellenme zamanı: 15 Ağustos 2009 12:40 Kürtler umutlanmak istiyor ama... Erdoğan'ın konuşmalarının ardından kimi köşe yazarları devrim olmuş havasında. Kuşkusuz Erdoğan önemli şeyler söyledi. Devleti temsilen önemli kabullerde ve itiraflarda bulundu. Bu bir devrim olmasa da Türkiye gibi bir ülke için oldukça önemli. Eğer çözüm pratiği de bu kabullerin gereği içinde yürürse devrim o zaman kutlanabilir. Şimdilik umut vaadeden sözler var. Buna bile öyle çok hasret kalınmış ki sözler bile devrim etkisi yapıyor duyanda. Sakın ola söz çürütülmeye. Sözlerle bir çözüm olanağı çürütülmeye. Böyle bir dönemde 'Bırak kaygıları' diyebilir bazıları. Ama biz kaygıları taşımadan hiçbir sürecin adil gelişmediğini yaşayarak öğrendik, en çok da AKP hükümeti döneminde. Üstelik bu temkinli, kaygılı umut sadece bana ait bir duyguda değil, nerede ise sadece kısa dönem tarihinden bile küçük parçalar korumuş herhangi bir Kürtte de var bu duygular. Son yıllar Kürtlerin kandırılma tarihinin küçük bir özeti gibi. Şimdi Kürtler de umutlanmak istiyor ama, durmayan operasyonlar 'ya söz çürütürse çözümü' kaygısını besliyor. Çünkü sadece temmuz ayında TSK, 21 kara operasyonu, 8 hava ve 17 topçu saldırısı gerçekleştirirken, sadece bir kere sıcak temas yaşanmış. Ancak ağustos ayının daha ilk iki haftasında sayısız hava saldırısı ve kara operasyonu yapıldı. Bu iki haftalık süre içerisinde ise yaşamını yitiren gerilla sayısı 10'u geçti. Operasyonların AKP hükümetinin çözüm tartışmalarını resmi düzleme taşıdığı, Erdoğan'ın barış içerikli açıklamalar yaptığı bir dönemde artması ise akıllarda soru işareti. Hepimiz barış ve çözüm sözcüklerinin büyüsü ile hükümeti dinlerken operasyonlar yanı başımızda gencecik canları almaya devam ediyor. Ama hükümeti alkışlayanlar bu ölümleri görmüyor. Dolayısı ile 'çözüm bu kadar damardan tartışılıyor iken, söylemin samimiyetini tartıştıracak tutumlardan uzak olunsun operasyonlar dursun' diyemiyorlar. Kaç gündür kaç çözüm taraftarı köşe yazarımız aniden artan operasyon ve ölümlere dikkat çekti? Hiçbiri! Kaç tanesi operasyonlar durmaz diyen bir hükümet çözümünün barış getirmeyeceğini yazdı? Hiçbiri! Kaç tanesi savaşın kaç cana ve ne kadar paraya mal olduğunun sorgulanmasını isteyen Erdoğan'a 'Siz bu hesabı yaptıysanız, bu artan operasyonlar neyin nesi?' diye sordu. Hiçbiri! Kaç tanesi Erdoğan'a sadece 10 gün içinde en az 10 ananın daha gözyaşı döktüğünü hatırlattı? Hiçbiri? Ama Kürtler bunları soruyor, görüyor ve kaygı duyuyor, güzel sözlerin operasyonların gölgesinde çürümesinden, çözüm umutlarının çürütülmesi ihtimalinden kaygı duyuyor. Son aylarda sınır boyunca artan asker yığınağından, baraj duvarlarından kaygı duyuyor. Bu yüzden Erdoğan'ın sözlerinin etkisi giderek askeri operasyonların gümbürtüsünden kaybolma riski taşıyor. Kürtler bunu istemiyor. Kürtler Erdoğan'a 'seni daha iyi duyabilmemiz için durdur şu operasyonları!' diyor. Bu kaygıyı en iyi kadınlar anlamış olmalı ki barış için operasyonları durdurun eylemlerini bir tek onlar yapıyor. Ama başka da çıt yok. Kürtler umutlanmak istiyor ama kaygılılar, çünkü hükümet bir yandan herkesle çözüm tartışmaları yürütürken diğer yandan Öcalan'ın açıklaması beklenen yol haritasının etki düzeyini alta çeken politik hamleler peşinde koşuyor. Bir süre önce Öcalan faktörünün çözümdeki önemine daha yakın duran hükümet, söylemlerinin medyada bulduğu desteğe aldanıp, 'Biz bu işi kendi kendimize de hallederiz' deme noktasına doğru eğiliyor. Bir süre önce Öcalan'lı çözüm fikrine yaklaşan medya, Öcalan'sız çözüm fikrine doğru yeniden şekilleniyor. Öcalan'ın açıklaması beklenen yol haritasına dönük tuhaf akıl yürütmelerle koşullar dayatmaya çalışılıyor. Kimi daha ileri gidip, Öcalan bağımsızlıktan vazgeçti, federasyondan vazgeçti, anadilde eğitim dayatmasından vazgeçti, anayasada Kürtlük vurgusu yapılmasından vazgeçti... gibi bir liste sunup, hem Öcalan'a dönük hem de yol haritasına dönük değer düşümü politikası uyguluyorken, bir kısmı da 'ancak silahsızlanma kararı verirse değer kazanır' demeye getirerek garip bir teslimiyetçilik dili şart koşuyor. Oysa ne silahsızlanma ile ilgili söylemleri, ne de kimlik ve çözüm hakkında Öcalan'ın söylediğini varsaydıkları tanımlar Öcalan'a ait değil. Bu durumda medya üzerinden bir tür yeni psikolojik yönelim örülüyor denebilir. Bu yeni psikolojik duvarı sonraki yazılarımızda ele alacağız. Ancak hatırlatmak istiyorum, Kürtler umutlanmak istiyor, kandırılmak değil... Filiz Koçali Güncellenme zamanı: 15 Ağustos 2009 12:25 'Açılım' İmralı'dan başlasın Dün neredeyse bütün gazetelerde 15 Ağustos'a ve Öcalan'ın açıklayacağı yol haritasına vurgu yapılıyordu. Sabah saatlerinden itibaren bütün kanallarda İmralı görüntüleri, 'avukatlar İmralı'ya hareket etti' açıklamaları vardı. Ben bu yazıyı yazdığım saatte yine gazeteciler Gemlik'teydiler ve Öcalan'ın avukatlarının görüşten dönmelerini bekliyordu. Haftalardır çeşitli siyasi çevrelerin temsilcileri, sendikacılar, aydınlar görüşlerini avukatları aracılığıyla İmralı'ya ilettiler. Köşe yazarları yazıyor, televizyon kanallarında tartışılıyor. Yol haritası belli ki çok önemseniyor. Biz de önemsiyoruz. Hepimizi tatmin edecek bir yol haritasını kimden bekliyoruz? 10 buçuk yıldır televizyon izlemesi yasak olan... 10 buçuk yıldır günde 1 gazeteden fazlasını okuması yasak olan... 10 buçuk yıldır sadece radyodan sadece parazitli bir TRT2 dışında radyo dinlemesi yasak olan... 10 buçuk yıldır sadece haftada 1 saat avukatları, nadiren de kardeşleriyle görüşebilen... 'Hava muhalefeti' gerekçesiyle bazen aylarca avukatları ile bile görüşmeyen... 10 buçuk yıldır söyledikleri 'beğenilmediği' zaman keyfi hücre cezalarına tabi tutulan... Nadiren görüştüğü ve Kürtçe dışında dil bilmeyen kardeşleriyle Kürtçe konuştuğu için hücre cezaları alan... Mektuplarının büyük bir bölümü kendisine verilmeyen... Koskoca 'kişiye özel' adada hatırını soracağı tek bir Allah'ın kulu bulunmayan bir kişiden bekliyoruz. 10 buçuk yıldır tek bir kişiyle tokalaşamamış, sabah uyandığında tek bir kişiye gördüğü rüyayı anlatamamış, tek bir gün verileni değil de canının istediği tek bir lokmayı yiyememiş bir kişiden, makul, hepimizin içine sinen ve Kürt sorununu bir daha bu topraklarda yeşertmeyecek bir yol haritası bekliyoruz. Bu yükü, bu ağır sorumluluğu ona yüklüyoruz hep birlikte. Avukatları her zaman olduğu gibi dün de sabaha karşı İstanbul'dan yol çıktılar. 3 saatlik yolculuktan sonra Gemlik'e vardılar. Önce İstanbul'dan geldikleri araç arandı. Sonra kostere binerken ağızlarının içine kadar, avuçları bile lazerden geçirilerek kendileri de arandılar. Getirdikleri 7 adet gazete cihazlardan geçirildi. Sonra 2 saat 40 dakikalık koster yolculuğuyla İmralı'ya vardılar. İmralı'ya ayak bastıklarında yine aynı aramadan geçirildiler. Sonra cezaevine gittiler. Cezaevine girişte, yine lazerli mazerli aramalardan geçirildiler. Ve nihayet 1 saatlik görüşmeye geçebildiler. Türkiye'nin kaderine ilişkin bir açıklamayı can kulağı ile dinlediler. Bu koşullar altında Öcalan yol haritasını yetiştirebildiyse tabii. O avukatlar tam 10 buçuk yıldır her Çarşamba eğer izin verilmişse, eğer hava koşulları 'yerindeyse' Gemlik'ten hareket edip İmralı'ya gidiyorlar. 1 saat, bazen de 1 saatten az görüşebiliyorlar. Aylarca görüşemediklerini de biliyoruz. Tokalaşmak yasak. Temas yasak. İmralı idaresi tarafından verilen kağıtlara not alırlarsa o kağıtları teslim ediyorlar, kağıtlar inceleniyor, sonra bazı bölümleri karalanmış olarak geri veriliyor. Avukatlar bu yüzden kağıtları reddediyor. Görüşme, görevli bir kişinin yanında yapılıyor ve kayda alınıyor. Bazen avukatlara görüşme yasağı da getiriliyor. Eğer hakitaten Başbakan söylediklerinde samimiyse direkt kendisine bağlı İmralı'nın koşullarının düzeltilmesiyle 'açılım'a başlayabilir. Hepimiz biliyoruz ki, bu 'açılım' denen şey hemen yarın tamamlanmayacak. Bütün siyasi tutsakların durumunun ne olacağı belli ki tartışılacak. Ama o aşamaya gelene kadar İmralı'daki ağı tecrit koşullarını gidermek pekala mümkün. Hem böylece Başbakan 'samimiyetimize inanın' demek zorunda da kalmaz. Ne kadar samimi olduğunu da bizzat kanıtlamış olur. Vedat Çetin Güncellenme zamanı: 15 Ağustos 2009 12:15 Sorunun çözümünde öncelikler ve örnekler Geçen yazımda çocuklara haksız bir şekilde uygulanan polisiye ve adli işlemlere dikkat çekmiş ve Kürt Açılımı'nda iyi niyet belirtisi olarak küçüklere yönelik bu 'büyük' yanlışın telafisi için öncelikle çocuklara adalet istemiştik. Bu isteği tartışmasız ve derhal yerine getirilmesi gerektiğini ve toplumun bunu çok önemsediğinden yeniden vurgulamaktayım. Ancak Kürt sorununda öncelikler deyince, sadece çocuklara adalet isteğiyle sınırlanması doğru da değil, mümkün de... böyle bir düşünce yanılsamadır. Peki nedir öncelikleriniz diye sorulduğunda, ister alt alta, ister yan yana yazılsın, tümü de aynı anda sıralanabileceğinden, talepler zincirleme birbirini izleyecek ve tümünün de aynı biçimde öncelikli olduğu görülecektir. Sorulduğunda, Kürt Özgürlük Hareketi'nin etki alanında olan ve beş duyu organıyla onu izleyen milyonlarca Kürdün öncelikleri bir ağızdan şunları seslendirilecektir: 1- Önceliğimiz Önderliğimizdir; on yıldan beri uygulanan tecrit kaldırılmalı ve toplumsal barış projesi olarak hazırladığı 'Yol Haritası' önemsenmeli ve çözüm için muhatap alınmalıdır. 2- Askeri operasyonlar durdurulmalı, eller tetikten çekilmelidir. 3- Cumhuriyet'ten bugüne değin Kürtlere karşı devlet politikası olarak uygulanan asimilasyon politikalarından ötürü özür dilenmelidir. Hem de devletin en üst kurumu Milli Güvenlik Kurulu'nun yapacağı en kısa süreli toplantısı sonrası, en kararlı bir dille basına ve kamuoyuna 'özür dileği' açıklamasında bulunulmalıdır. 4- Çocuklarımız anadilleriyle eğitim görmeli, rüyalarında anadilleriyle konuşmalıdır. 5- Koruculuk sistemi lağvedilmeli, korucubaşlarının 'dokunulmazlıkları' kaldırılmalı, hasıraltı edilen suç dosyaları işleme konulmalı, dosyalarındaki işlenmiş kabarık suçların Ergenekon davasıyla ilgisinin bulunması olasılığı dikkatten kaçırılmamalı ve tedbir olarak tutuklanmalıdırlar. 6- Yakılmış veya boşaltılmış ve halen 'stratejik' diye adlandırılan köylere dönüş olanakları sağlanmalıdır. 7- Cezaevlerinde bulunan tüm siyasi tutuklulara yönelik ayrımsız genel af yasası çıkarılmalıdır. 8- Böylece DTP'nin dile getirdiği Demokratik Özerklik Projesi ivedilikle dikkate alınmalı, Kürtler de Türkler gibi devletin asli unsuru olduğu anayasal güvenceye kavuşturulmalıdır. Öncelikle askeri vesayete son verilmeli, devlette sivilleşmeye dönük çalışmalar hızlandırılmalıdır. Sonuç olarak, 'PKK, Kürt sorunun bir nedeni değil, sonucudur' tanımlaması yapılması halinde, iki tarafın bakış açısında ortaklaşma sağlanması zor değildir. Çünkü 'açılım' veya çözümde önceliklerin anlamı o zaman daha iyi anlaşılabilir. Bu öncelikler dikkate alınması halinde, iş yokuşa sürülmeden çözüm sağlanabilir. Sıralanan önceliklerin önemsenmesi, yani sorunun çözümünde kolaylık sağlanması ve daha iyi anlaşılması için çok yakınımızdaki örnekler verilebilir ve üzerinde samimiyetle durup tartışılabilir. Yalnız bu örneklerin altı kalın çizgilerle çizilerek verilmesinde büyük yarar vardır. Birinci örneğimiz, Bulgaristan'daki bir milyon Türk azınlığın sahip olduğu haklar resmi yetkililerce gururla ifade edilirken, Kürtler söz konusu olduğunda neden suspus olunduğunun bir yanıtı olmalıdır. İkinci örneğimiz, 35 yıldır 500 bin nüfuslu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin statüsünde ısrar edip büyük askeri harcamaları göze alan Türk devleti, 20 milyon civarındaki kendi Kürdünün öncelikli taleplerini neden dikkate almadığının gerekçeleri mutlaka vardır ve bunlar anlaşılır bir dille açıklanmalıdır. Üçüncüsü, belki de en yakın örneğimiz Irak Kürtlerinin statüsüdür. Sözgelimi Irak Kürtlerinin, 'Kürdistan Federe Yönetimi' adı altında yapılandığını; kendi ulusal renklerini ifade eden bayrağı, farklı kültürlerin kendini temsil ettiği parlamentosu, devlet başkanlığı, hükümeti ve başbakanlığı, ordusu, polisi, çokdilli okulları, üniversitesi ve diğer kurumlarıyla gözümüzün önünde olduklarını ve eninde sonunda bu yapılanmayı Türk devletinin de tanımak zorunda kaldığını sesli olarak düşünelim. 20 milyon nüfuslu Türkiye Kürtleri ise, bu yapılanmayı olduğu gibi değil, daha makul olanını talep etmektedir. Kürt sorununun çözümünde dile getirilen öncelikler, en yakın örneklerle tartışılması halinde anlaşılması kolaylaşır ve mesafe alınabilir. A.Hicri Izgören Güncellenme zamanı: 15 Ağustos 2009 12:10 Güven 'Toplum, güven üstüne inşa edilir' Voltaire Yaşamımızdaki en önemli kavramlardan ve duygulardan biri de 'güven'. İster sosyal yaşamda, ister siyasette, ister bireyselde olsun. İnsan ilişkilerinde en değer verilmesi gereken olgu. Etrafımızdaki herkese güvenmek isteriz de, peki biz güven telkin edebiliyor muyuz? Etrafımızdaki insanlar bize güveniyorlar mı..? Biz herkese güvenmek isterken, etrafımızdaki insanlardan güvenimizi kazanmalarını beklerken, bize güvenmeyenleri bir düşünelim. Bu güvensizliği hak ediyor muyuz? Hak etmiyorsak, neden güvenmediklerini araştıralım inceleyelim ve bunları gidermeye çalışalım. En büyük hatayı da nerede yaparız biliyor musunuz, bunları önemsemeyip, 'banane isteyen güvensin istemeyen güvenmesin' dediğimiz zaman, hatalar zinciri burada başlar. Bu er geç size tüm olumsuzluklarıyla dönecektir. İnsan güvenmek ister, aldatılmadığından, kandırılmadığından emin olmak ister. Tanıma, özveriyi, çabayı ve sabrı gerektirir. Güvenmiyorum dediğimiz zaman, ben tanıdım, güvene layık değil demiş oluyoruz. Ama hiçbir çaba sarfetmeden güvenmiyorum dediğimiz zaman aslında ben de güven vermeye layık değilim demiş oluruz. Günümüz dünyasında insanların en çok ızdırap çektikleri duygulardan birisi güvensizliktir. Güven ; korku, endişe ve çekinme duymadan bağlanmak ve inanmaktır. Güven duygusu ilk önce kendisiyle başlayan ve sonra diğer bireylerle bağlanarak gelişen bir duygudur. İnsan kendisine verdiği sözleri yerine getirme gücünü kendinde bulabiliyorsa, diğer insanlara da verdiği sözün anlamını kavrar. Francis Fukuyama, 'Toplumda insanların birbirlerine duydukları güven o toplumun sosyal sermayesidir. Para ve teknoloji gibi ekonomik anlamda sermayenin üretken olabilmesi için iş ortamında güvenden kaynaklanan bir sosyal sermayenin olması gerekir' diyor. Montaigne'nin de dediği gibi: 'Hayat kendiliğinden ne iyi, ne kötüdür; ona iyiliği de, kötülüğü de katan bizleriz.' İnsanın bütün ömrü, güven üstüne kurulmuş bir saraydır. Kendisine güvenen kişi, karşılaştığı engelleri kolayca aşabilir, sorunlara gerçekçi çözümler bulabilir, sağlıklı ilişkiler kurabilir... Kendine güven duymanın sonucunda başarılı olunca kişi toplumda saygınlık gereksinimini de bedensel ya da zihinsel gücüyle doyurmaya çalışır. *** Bir yanı gece, bir yanı gündüz bu yeryüzü atlasında kimi güneşe, kimi sevince yürüdü. Kader tarlalarına umut ekti, bu hasadı kurda kuşa yedirmek olmaz. Sesimizi sulara, yankımızı dağlara vererek, düş ormanlarında kendi şiirimizi ve şarkımızı söyleyinceye kadar kendimiz olamayacağız. Biri bir şey söylüyor; bunu nerden öğrendin diyoruz. Söylediği şeyin akla ve mantığa ve hissedişlere ne kadar yakın olup olmadığından çok, bizim inanabileceğimiz bir kaynaktan gelip gelmediğini anlamaya çalışıyoruz. Hiçbir şey öğrenemiyoruz. Karşımızdaki aynayı kendimizi görmek için parlatmaya mı çalışıyoruz, yoksa kendimizi görmeye korktuğumuz için onu bin parçaya mı bölüyoruz? İşte cevaplamamız gereken ana soru bu... 'Biz kendimize bile dürüst değilken başkasına nasıl sağlıklı bir ayna görevi yapabiliriz? Aynı şekilde; karşımızdaki aynalardan kaçı kendine dürüst davranıp bize sağlıklı bir fotoğraf sunuyor' diyor Gassan Satar. *** Güven vermek önemlidir, güven duymak da önemlidir ama duyulan güveni boşa çıkarmamak en önemlisidir. Ve kıssadan hisse bir anekdot. İngiltere'de yargıçların maaşı yoktur. Onun yerine ihtiyaçları oldukça kullandıkları kredisi sınırsız çek defterleri vardır. İngiliz devleti hakimlerine o kadar güveniyor yani. Bir gün hakimin biri bir bankaya gidip 1.000.000 pound para çekmek istediğini söylemiş. Tabii ortalık birbirine girmiş. Banka yöneticileri en üst makamdan onay almadan bu kadar parayı veremeyeceklerini söyleyip hemen İçişleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, Başbakanlığa filan telefon etmişler. Ancak aradıkları her yerden gelen cevap aynıymış: 'ödeyin.' Velhasılı para bir bavul içinde ödenmiş. Aradan birkaç gün geçmiş. Hakim çıkagelmiş. Parayı bankaya geri vermek istiyormuş. Banka yönetimi yine hemen Adalet Bakanlığı'nı aramış. Derhal bakanlık müfettişleri devreye girmiş ve hakime hareketinin sebebini sormuşlar. Hakim 'Hükümet bize gerçekten bu kadar güveniyor mu? Onu sınadım' cevabını vermiş. Raporlar bakanlığa iletilmiş ve aynı gün hakim görevden alınmış. Adalet Bakanlığı hakime gönderdiği yazıda gerekçeyi şöyle açıklamış: 'İngiliz hükümetinin saygın bir hakimi, devletine güvenmiyor ve onu sınıyorsa, devlet ona asla güvenmez.' *** Evet... 'Güven' çok ince bir çizgidir. Onun kalınlaştırarak kırılmasını engelleyen tek şey, 'iki taraflı' olmasıdır. hicriizgoren@gmail.com Veysi Sarısözen Güncellenme zamanı: 14 Ağustos 2009 12:15 Sosyal psikolojik ortam ve iki yönü 'Açılım' süreci giderek ciddileşiyor. İçişleri Bakanı bu defa 'baskın' için değil, görüşmek için DTP Genel Merkezi'nde DTP yönetimini ziyaret etti. CHP'nin ve MHP'nin refüze ettiği Bakan DTP'de sıcak bir şekilde karşılandı. Bu ziyaretten bir gün önce de, Başbakan Tayyip Erdoğan, TBMM Meclis Grubu'nda duygusal tonu yüksek bir konuşma yaptı. Konuşmayı ağlayarak dinleyenler vardı. Gözyaşı, her zaman olmasa da, bu gibi durumlarda samimiyetin işaretlerinden biri sayılır. Çünkü risk yüksektir. CHP ve MHP AKP tabanından lokma kopartmaya başlamıştır. Siyasetçi bu gibi durumlarda dikkat kesilir. Liderin ağzından çıkan her sözcüğün oy kaybına mı, kazancına mı yol açtığını hemen o anda hesap eder. Kayıp ihtimali varsa, kaşlar çatılır, alkışlar ölgündür, kimisi önünde okumadığı kağıdı okur gibi yapar, içten içe katılmadığı sözlere gizli bir itiraz yolu bulur. Tersi durumda ise yüzler güler, alkışlar coşkuludur, bir esnaf gibi elde edilecek kazanç siyasetçinin avuçlarını kaşındırır, evine gittiğinde 'hanım, huuu, gelecek seçimlerde de işimiz iş!' diye müjdeyi verir. Siyasetçi riski gördüğü, oy kaybı ihtimalini hesapladığı, tam da güven duymadığı bir durumda ağlıyorsa, bu yalnızca hatibin marifeti değildir. Siyasetçinin, hele mütedeyyin ya da ahlakçı bir siyasetçi ise böylesinin vicdanı nihayet harekete geçmiştir. Onun da oylarıyla işlenen günahlar gözlerinin önüne gelmiştir. Birkaç saniyelik vicdan hesabı, birkaç saniyelik günahın içten içe itirafı, çekilen acılar karşısındaki vurdumduymazlıktan duyulan ani pişmanlık, o saniyede göz yaşına dönüşür. Siyasetçi inanıyorsa Allahla böyle bir an için baş başa kalmıştır. Bu gözyaşıyla alay etmek bize yakışmaz. Ama böyle bir anlık dökülen göz yaşı, otuz yıldır dökülen kanları asla yıkamaz. Tek bir insanın ölümünden duyulan acıları dindirmez. Ne haksızı haklı yapar, ne haklı olanın hakkının teslim edilmesine yol açar. Gözyaşı bize, siyasetçinin de insan olduğunu hatırlatır yalnızca... Hiç kuşkusuz bir de şu var: Bütün bu Açılım sözleri, yapılan duygusal konuşmalar, yaratılan umutlar barış ve çözüme yol açmıyor olsa da, barış ve çözüm için gerekli olan sosyo psikolojik ön koşulları olgunlaştırır. İnsancıl bir jest, konuşurken takınılan ruh okşayıcı bir tutum, ağızdan çıkan duygusal sözcükler, dökülen göz yaşları toplumsal gerginliğin yumuşamasına, ırkçılığın katılaştırdığı vicdanların dile gelmesine, evlat acısının yarattığı öfke ve öç alma duygusunun yerini ölümlerin karşılıklı olduğunu kavrayan bir zihin berraklığına yarar. Böyle bir ortam konuşma özgürlüğünü, Anayasanın, yasaların bütün otoriter yasakçılığına rağmen bir anda genişletir. Mezar taşındaki 'şehit' sözcüğü, 'devrime' katılım tarihleri o anda beraat ediverir. Bu bir işarettir. Meclisteki siyasetçinin göz yaşı, bir anda yargıcın kaleminin beraat yazan mürekkebine dönüşmüştür. Böyle bir sosyo pskikolojik ortam iyidir. Hoştur. Ama bu ancak ondan barış ve çözüm için yararlanma irademiz, gücümüz, kararlılığımız varsa işe yarar. Yoksa, bilinmeli ki, şimdilik henüz kalıcı olmayan bu sosyo psikolojik 'ruhsal durum' bir anda saman alevi gibi yanıp ve söner. Ve daha da beteri, eğer siyasetçi, Mecliste döktüğü göz yaşı kurur kurumaz, bu gözyaşlarının yarattığı sosyo psikolojik ortamı barış ve çözüm için değil de, barış ve çözüm isteyen Kürtleri örgütsüzleştirmek, onun üzerinde hegemonya kurmak, onu kendi değerlerine karşı döndürmek için kullanmaya kalkarsa... Bu sosyo psikolojik ortam, barışa ve çözüme değil, yeni bir hayal kırıklığına hizmet eder. Üstelik beklenti ne kadar büyükse, hayal kırıklığının sonuçları da o kadar vahim olur... O halde, sayın siyasetçi Baylar ve Bayanlar... Gözyaşlarınıza değer veriyoruz. Ama daha değerli olan, gözyaşı dökerken duyduğunuz insani duyarlılığı barış ve çözüm için de göstermenizdir. Ragip Zarakolu Güncellenme zamanı: 14 Ağustos 2009 12:10 Arıza (Dün) Beşiktaş'ta eski DGM, yeni Ağır Ceza Mahkemesi'nde idim. Elbette sanık olarak, genç yazar Mehmet Güler'in 'Ölümden Zor Kararlar' adlı kitabının yayıncısı olarak. Kadim avukatım ve dostum Özcan Kılıç ile. Muhalif basının ağır savunma yükü taşıyıcısı. Mehmet Güler, pankreas kanserinden ameliyat geçiren babasının başında. Bu bir roman, ama roman deyip geçmeyin, toplatıldı üstelik. Roman kahramanlarının sözleri sakıncalı bulundu. Roman kahramanları da yargılanır bu ülkede. Mahkeme sırasını beklerken, yanıma yaklaşan bir savunman, 'hangi örgütten yargılanıyorsunuz' diye sordu. Öyle ya burası eski DGM. Burada olsa olsa örgüt davası olur. Ama dün de bugün de buraları hala aynı zamanda bir 'basın mahkemesi'. Gazetem ise buranın abonesi. Kaç defa kapatıldık karıştırıyorum artık. TMY'de 2006 yazında yapılan değişiklik nedeniyle. Ve Anayasa Mahkemesi sayesinde. Anayasa Mahkemesi TMY'nin 7 ve 8. maddelerini bozmaya gerek duymadı sadece 'sahip' sözünü çıkardı yasadan. Başkasına gerek duymadı. Bu da belki yalnız bana yarayacak. Oysa başvuruyu yapan kurumun eski başkanı ve eski Cumhurbaşkanı Sezer idi. Muhalif basın TMY'nin rehinesi olmaya devam edecek. Genel Yayın Yönetmeni olduğum Alternatif'in Yazıişleri Müdürü Cevat Düşün, hakkında açılan sayısız davadan dolayı birçok mahkumiyet cezası aldı. Ben beraat ettim. Ertuğrul Özkök'ü de yargılıyor musunuz diye sormuştum savunmamda. 'Welat' Yazıişleri Müdürü Vedat Kurşun ise daha şimdiden hapiste. Türkiye'nin tek günlük Kürtçe gazetesi. Ne yazık ki Türkiye'de demokratik açılım konusunda en tutucu kurum hukuk kurumu. Gözlerimi kapar vazifemi yaparım diyorlar. Napalım yasalar böyle! Siyasetçiler yasaları değiştirsin! Oysa evrensel ilkeler, sözleşmeler yok mu? Bir yandan da fiilen gazeteciliğe haftalık ANT dergisinde başlayışımın 40. yılını kutluyordum. Harun Karadeniz, Faruk Pekin'le birlikte yazı kuruluna girmiştik 1969 yaz sonu. İlk yazım ise 1968, yine ANT. Genel Yayın Yönetmeni Doğan Özgüden, Teknik Sorumlu İnci Özgüden, Yazıişleri Müdürü Osman Arolat... Haklarında 500 yılı bulan cezalar isteniyor. Ortak imzalı bir yazıdan dolayı Faruk ve ben de milli oluyoruz. Sonra Ho Şi Minh ve Vietnam Savaşı adlı yazıdan dolayı açılan dava. Ord. Prof. Dr. Recai Galip ve asistanı Doç. Sulhi Bey yazımda suç bulmuşlar. Basınımızın duayeni Çetin Altan 159'un müptelası idi. Yani bugünkü 301. madde! 2000'li yıllara da sanık olarak girmeyi başardı da, eşi Solmaz Hanım '159 Madde' diye bir kitap yazarak kutladı onu. 1973 yılında ellerimde kelepçe Selimiye Kışlası'ndan gelip, iki yanımda jandarma 1,5 yıl yiyorum Sultanahmet Adliyesi'nde, mezun olduğum ve doktora yapmakta olduğum İstanbul Üniversitesi'nin bilirkişi raporu ile. Sürgünü de cabası. Ve 40. yılımda yine sanığım. Ya adliyede, ya da bende bir arıza var.
 
 
Bugün 10 ziyaretçi (13 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol