|
|
|
 |
Patiya Karkeren Kurdistan (PKK) |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
 |
|
|
 |
Yürüdü Halil. Yorulmadan, durmadan, sevgiyle ve heyecanla yürüdü. Ağaçlar, sular ve kayalarla konuşarak yürüdü. Güneşin yakıcı sıcaklığında buğulanan ve fırtınalı yağmurlarda ıslanan gözlüklerini, vardığı rüzgarlı zirvelerde gülerek sildi. Ben dağlı oldum artık dedi. Uysallığını dağlı bir Halil’e çevirmede verdiği emek, yeni bir dünyaya attığı ilk adımda ona destek oldu. Kürdistan coğrafyasını ve gerilla gönüllerini dolaştı. İşine aşık oldu ve bu aşkla kavruldu. Önder APO sevdalısı, asi duygulu ve derin düşünceli gerillalardan biri oldu. Mesleğinin doruğuna fedai mertebesini de ekledi ve milyonların beyninde ölümsüzleşti.FERHAT DERSİM'İN SÖZLERİ
'Sizden de bir iki arkadaş bizimle gelebilseydi, iyi olurdu' dediğinde karanlık bir patikada karşılaşmıştık ve bir komutandan çok bir arkadaşın duygularıyla söylenen bu sözler dile geldiğinde, 2007 yılının tamamlanmasına sadece bir kaç saat kalmıştı.
'Ben geliyorum' deyip sırtımdaki eşyaları arkadaşlara bırakıp geriye döndüğümde, içten içe burkulmuş ayağımın ağrısını düşünüyordum ama ne yılın bu son görevinin dışında kalmak, ne de bu arkadaşlığı karşılıksız bırakmak istemiyordum.
Botan eyaletinin bu çiceği burnunda, genç komutanı en önde, savaşçıları arkasında, ben de en arkada erzak çekmek için yola koyulduğumuzda, O'nu düşünüyordum. O'nun için çiçeği burnunda dediysem, gençliğindendir, tecrübesizliğinden değil. O'nun çekirdekten yetişmiş bir komutan olduğunu hem ben, hem de bu gece ardı sıra yürüyen bütün savaşçıları çok iyi biliyorduk.
Henüz otuz üç yaşında olan Botan eyaletinin bu genç komutanı yürüyüş kolumuzun en önündeydi ve zifri karanlık bu gecede yeni bir yıla doğru yürüyorduk. Çocuk denecek yaşta gerillaya katılan, savaşın birçok alanında kalan, ateş içinde yoğrulan bu komutanın masmavi gözlerini göremesem de, altın sarısı gülüşünü duyuyordum.
Yılın bu son ayaz gecesinde diğer bölgedeki arkadaşlara götüreceğimiz erzağın gömülü olduğu yamaca tırmanırken arkadaşların neşeli sesleri vadinin uçurumlarında yankılanıyordu. Her zaman gerilla kuralları konusunda uyarıcı olan Ferhat arkadaş, bu gece arkadaşları uyarmanın ötesinde, gecenin en çok şaka yapanıydı.
Bütün dünyanın yeni bir yıla girmek için harıl harıl hazırlandığı şu saatlerde Botan gerillası, komutanından savaşçısına kadar yine görev başındaydı. Ve benim dışımda bu gece herkes gülüyordu. İçten içe ben de gülüyordum ama bu sol ayğım başıma bela olmuştu. Bir türlü arkadaşların yürüyüşlerine ve gülüşlerine yetişemiyordum. Yaban keçileri gibi tırmandıkları uçurumlarda arkada kalmak zoruma gitse de, geriden de olsa bu geceye katılmak mutlu olmama yetiyordu.
Ferhat arkadaş ise, bu gece herkese takılıyordu ama en çok da, içimizdeki en yaşlı ve en kısa boylu olan Herekol isimli arkadaşa takılıyordu. Herekol da bir an için bile olsa ondan geri kalmıyordu. Erkendi'lilere özgü uslubuyla Ferhat arkadaşın her sözüne hızla cevap veriyordu.
Ulaştığımız her kayalıkta Ferhat arkadaş Herekol'a seslenip 'Herekol seni bu kayalıktan atayım mı?' diye soruyor, Herekol da, her defasında büyük bir içtenlikle 'at da, kurtulayım' diye cevap veriyordu. Ve Herkol'un bu sitem dolu sözlerinden hemen sonra bir kahkaha tufanı sarıyordu geceyi. Nedense, dondurucu ayaza, kaygan uçurumlara rağmen bu gece arkadaşlar her şeye, ağız dolusu gülüyorlardı.
Komutanından savaşçısına kadar bir ordu hep beraber gülebiliyorsa, bu ordu asla yenilmeyecektir, diye düşünmemin nedeni, düzeyleri ne olursa olsun, hangi kesimden gelmiş olurlarsa olsunlar, birbirlerini sevdiklerini hissetmemdi. Mevsimin ve düşmanın bütün gücüyle üzerlerine gelmek için hazırlandığını bildikleri halde, kendi iradelerinden başka hiç bir silaha sahip olmadıkları halde ve var olan yiyeceklerini önce diğer arkadaşlarına taşıdıkları halde böylesine içten ve böylesine ortak gülebiliyorlarsa, onları yenmek mümkün müdür, diye kendi kendime sorup duruyordum, arkalarından yetişmeye çalışırken.
Gömme yapılmış erzağı toprak altından çıkarmaya başladığımızda yeni yıla çok az bir zaman kalmıştı.Un torbalarını ikiye bölüp tek tek paylaştırırken Ferhat arkadaş, kendi elleriyle hazırladığı en hafif torbayı da getirip bana verdi. İtiraz etmeme rağmen 'bu gece sen hafif alacaksın' demesi zoruma gitmedi değil. Zoruma giden O'nun yoldaşça yaklaşımı değildi elbette. Zoruma giden bu geceye bu düzeyde katılıyor olmamdı.
Başta eyalet komutanımız olmak üzere, herkes yarım çuval unu sırtlayıp diğer arkadaşlarla randevulaştığımız yere doğru yola koyulduğumuzda, ben ve Herekol önden hareket etmiştik. Önden çıkmıştık çıkmasına da, Herekol yine yolu karıştırmış, beni burkulmuş ayağımla aşılması imkansız uçurumlara sürüklemişti. Arkadaşlar bize yetişip, neşe içinde yanımızdan geçtikleri sırada artık ellerimle yürümeye başlamıştım. Arkadaşlar geçerken yine Herekol'a takılsalar da, bende bir terslik olduğunu da fark ettiler.
Yol boyunca, her geride kalışımda bütün grubun beni bekliyor olması, beni iyice rahatsız etmeye başlamıştı. Katkı sunmak için katıldığım yeni yılın bu ilk görevinde ağırlık pozisyonuna düşmem canımı iyice sıkar olmuştu. Ara vermek için durduğumuz ilk mağaraya en son ulaştığımda karanlığın içinde duyduğum gülüşlere başkalarının da eklenmiş olduğunu hemen fark ettim. Diğer bölgeden bir kısım arkadaş bizi karşılamaya gelmişti. Ama yürüyüş devam edecekti.
Ferhat arkadaş 'hem ayağının burkulduğunu söylemiyorsun, hem de kendini en önde öneriyorsun' dediğinde bu gece boyunca ilk defa şaka yapma fırsatı bulmuştum ve hemen 'bu yılbaşı partisini kaçırmak istemedim' diye karşılık verdim. O bu sözlerime gülse de, beni burada bırakmaya kararlıydı.
'Biz gelinceye kadar burada kalıyorsun' dediğinde ise yükümü arkadaşlara paylaştırmaya başlamıştı bile. Ben ise ikircilikliydim. Bir yandan ağır yürüdüğüm için grubun sık sık beni bekliyor olması görevi geciktiriyordu, diğer yandan ise yükümü arkadaşlara vermek istemiyordum ama her iki durumda da arkadaşları yavaşlatıyordum.
Ferhat arkadaş, bu ikircilikli halimi fark etmiş olacak ki, yanıma gelip 'sen görevin en zor bölümünü yaptın, bu unu o yamaçtan indirdin ya, yeterlidir. Daha fazla zorlamana gerek yok, zaten az kaldı' deyip tekrar yola koyulduklarında içim rahatlamamıştı ama o mağarada onlar geri gelinceye kadar beklemeyi kabul etmiştim.
Neşe içindeki sesleri hızla uzaklaştığında, Botan topraklarında harcanan bu tarifsiz emeğin ve gencecik Kürt çocuklarının yarattığı bu eşsiz değerlerin bir halkın yükselişini ifade ettiğini çok biliyordum. Ve İmralı Adası’ndaki o güzel insanın denizler ötesinden bizlere ulaşan 'nasıl ki doğada var olan bir şey yok olmazsa, toplum için yaratılmış bir değer de hiç bir zaman kaybolmaz' sözleri ise dağlardaki Kürt çocuklarının, saldıran kim olursa olsun, bu savaşı kazandığını anlatıyordu.
Bir an için saate baktım. Saat gece yarısını yedi dakika geçiyordu. Sanırım uzaklarda koca bir dünya, milyonlarca insan 2008 yılının bu ilk dakikalarını, benim hayal bile edemeyeceğim bir biçimde eğlenerek kutluyordu. Ve sanırım eğlenen bu dünyanın insanlarının hemen hemen hepsi, Botan gerillasının bu gece görevde olduğundan habersizdi.
Bense burkulmuş ayağımla arkalarında da kalsam, komutanından savaşçısına kadar Kürt halkının en sade çocuklarıyla, Botan'ın bu eşsiz gerillasıyla yeni yılın bu ilk dakikalarını karanlık patikalarda paylaştığım için mutluluk duyuyordum.
Halil DAĞ / BOTAN
KADİR USTA'NIN SÖZLERİ
'Aslında ben usta değilim, Halilim' diye kulağıma fısıldadığında, ben de hemen O'nun kulağına 'sen ustasın, hem de hayatımızın ustasısın, ustam...' diye fısıldayıverdim. Bu bizim Kadir usta ile son kez kucaklaştığımız, birbirimize son kez doyasıya sarıldığımız ve 'başarılar' dileyip ayrıldığımız andı.
Onunla yıllar sonra bir kez daha ayrılıyorduk. Bu kaçıncı ayrılışımızdı tam olarak bilemiyordum ama bu defa o Erzurum'a, ben de Dersim'e doğru yola koyuluyorduk. O bir yoldan, ben de bir başka yoldan girecektik yolları çatallanan bu bahçeye. Son on üç yıldır yollarımızın birçok kez kesiştiği Kadir Usta ile bu yollarda bir kez daha karşılaşır mıydık, her ikimiz de bilemiyorduk ama aşkı vurduğumuz sıradağlarda bir kez daha görüşmek ve birbirimizi bir kez daha dostça, yoldaşça kucaklamak üzere sözleştik.
Hepimiz Kadir Usta'nın bir meslek alanında usta olduğunu bilirdik ama bu mesleğin ne olduğunu hiç birimiz bilmezdik. O'nun bu sıfatı dağlara gelmeden önce aldığını düşünsek de, 'usta' sıfatının bu dağlarda ona en uygun kişiyi bulduğu konusunda hepimiz hem fikirdik.
İşin güzel yanı ise, bu sıfatından dolayı, O'na mesleği sorulduğunda ya marangoz, ya duvarcı, ya da tamirci gibi, her defasında başka bir meslek söylemesiydi. Bundan dolayı da bu dağlardaki her işe usta çağrılırdı. Ustaydı ya, mutlaka her şeyin doğrusunu ve nasıl yapılacağını o bilirdi. Bayan arkadaşların fırını mı bozulmuş, usta hemen aranır, bir manganın duvarı mı yıkılmış, usta hemen çağrılırdı. Bir derdimiz mi var, doktordan önce ustaya başvurulurdu.
Kadir Usta da hiç bir şeye 'hayır' demez, kolları sıvar, yüzünden eksik olmayan dost ifadesiyle girerdi işlerin içine. Ustadır ya, herkes ona güvenirdi. İş O'nun ellerine bırakılır, herkes bir kenara çekilirdi. Usta ise bu yalnızlığına hiç aldırmaz, kan ter içinde işini yapardı. Tesadüf müydü, bilemiyorum ama imansızın elinden hiç bir şey kurtulmazdı. Uzaktan bakıldığında aslan olan iş, O'nun ellerinde kuzu oluverirdi.
Usta'nın aslında usta olmadığını bir tek ben bilirdim. O da benim bunu bildiğimi bilirdi. Usta daha usta olmadan yıllar önce, O daha henüz bir çırak iken Şam'ın kızgın güneşi altında tanışmıştık O'nunla... Usta olacak yaşa henüz ulaşmadan okulunu bırakıp Başkan Apo'nun öğrencisi olmaya geldiği '95 yılının baharında karşılaşmıştık. O günlerde altın sarısı saçları ve güneşte yanmış yüzü ile yumurtadan yeni çıkmış bir civciv gibi merakla bakıyordu etrafındakilere. O zamanlar ustalık bir yana, delikanlı olması için bile kırk fırın ekmek yemesi gerekiyordu.
O zamanlar hayatta henüz emeklemeye başlamış olan bu Arap çocuğunun ne yaman gerilla olacağını ve dağların şifresini hepimizden önce çözüp ustalaşacağını kim bilebilirdi ki...
İşte o günlerde, O'nun Antakya'da yaşayan Arap halklarından olduğunu öğrenmiş ve birlikte mutfakçı olduğumuz bir gün O'nun ellerinden Antakya pilavının yapılışını zevkle izlemiş ve o yemekten aldığım tadı bir daha unutmamıştım.
Ondan sonraki yıllarda Kadir yoldaş ile çok sık olmasa da, belirli zaman aralıklarında birçok kez karşılaştık. O'nun bu karşılaşmalar arasında geçen süreçlerde nasıl ustalaştığına bizzat tanık olmadım. Çünkü birlikte geçen bir pratiğimiz olmadı hiç. Sadece yol ayrımlarında karşılaştık O'nunla...
Ama her karşılaşmamızda kişiliğinin nasıl büyüdüğünü, savaşa ve yaşama nasıl hükmetmeye başladığını çok iyi fark ettim. Ustalaşmasına rağmen her karşılaşmamızda arkadaşlığımızın tadı bir kez daha tazelensin diye Antakya pilavını yapmayı ve bana bir kez daha tattırmayı hiç ihmal etmedi. İhmal etmediği bir şey daha vardı ki, o da, her defasında omuzlarımdan tutup ilk günkü heyecanıyla 'halilim...' demesiydi.
O bana 'halilim' diye hitap eden tek insandı. Bende 'ustam' demeyi ondan öğrendim.
O karşılaşmalarda ben O'na hep 'sen ne kadar ustalaşsan da, benim gözümde sarı civciv olarak kalacaksın' diye takılırken, O da sırtımdaki kamera çantasının büyüklüğüne işaret ederek bana, 'sen de bir türlü tavşanı yakalayamayan kaplumbağaya giderek daha çok benziyorsun' derdi ve dağlarda çektiğim gerilla fotoğraflarının değerini anlatmak için her defasında şu hikayeyi ilk defa anlatıyormuş gibi heyecanla bir kez daha anlatırdı:
'Suların yükseldiği bir sabah deniz kıyısında yürüyen bir genç, kumlar üzerinde kalmış, sular geri çekildiğinde denize ulaşamamış denizyıldızlarını görür. Güneş yükselip kızgınlaştığında hepsinin kuruyup öleceğini bildiği için denizyıldızlarını tek tek denize, ait oldukları yere fırlatır.
Bu genci izleyen yaşlı bir yazar, güneş iyice yükselmeden önce denizyıldızlarının hepsini suya atamayacağını fark etmiştir. Gencin yanına yaklaşır ve kumların üzerinde milyonlarca denizyıldızı var, bir kaç denizyıldızını suya atsan ne fark edecek ki, der.
Genç, yazarın bu sözleri üzerine kumlara eğilir. Bir denizyıldızını daha eline alır ve denize doğru fırlatır. Yaşlı yazara döner, bunun için fark etti, der.'
Ustam ustaca anlattığı bu hikaye ile dağlarda kaydettiğim görüntülerin değerine öylesine güzel vurgu yapardı ki, ben bile o kadar değer verdiğim bu çalışmayı yapıyor olmaktan bir kez daha tad alır, mutlu olurdum.
Kadir Usta isimli bu Arap çocuğunun Erzurum'un karla kaplı dağlarındaki fotoğraflarını çekmek için bu yolculuğa koyulmuştum. Bu yolculuk sırasında sır gibi önümde uzanan bu dağların bir yerinde O'nu bir kez daha yakalayacağıma inanıyordum. Botan'da çatışmaya girip yaralanınca yolculuğum aksamış ve Ustam başka bir hattan ilerleyerek hızla öne geçmişti. Bunu hiç sorun yapmamış, elbette O'nu yakalayacağımın inancını hiç yitirmemiştim.
Ama usta, dağlardaki hayatımızın o tek ustası benden önce ulaştı Bingöl dağlarına ve benden önce vuruldu... Bir hainin ihaneti sonucu özel timlerin onu pusuya düşürdüğünü ve altın sarısı tenine amansızca kurşun yağdırdığını duyduğumda ne söyleyeceğimi, ne yapacağımı bilemedim.
Ustam böyle mi sözleşmiştik...
Hani bu Arap bedevisinin Şerefettin dağlarındaki ilk fotoğrafını ben çekecektim... Hani O'nun usta elleriyle yapılmış Antakya pilavını bir kez daha orada tadacaktım... Hani omuzlarımdan tutup aynı heyecanlı gözlerle 'Halilim' diyecektin...
Hani denize ulaştırmadığımız hiç bir denizyıldızı kalmayacaktı...
Halil DAĞ / BOTAN
EKİN VE ARARAT'IN SÖZLERİ
'Bizi eksikliğe sokacaksın heval Halil' dediklerinde onlardan sadece bir şarkı söylemelerini istemiştim. Aslında sadece söylemelerini değil, onlar söylerken bir de bu şarkının çekimini yapmak istemiştim. 8 Mart gecesi onlar o güzel seslerini zaten cömertçe sunmuşlardı. Bizlere cömertçe sundukları sadece sesleri miydi Coşkularını, neşelerini, eşsiz gülüşleri ve gencecik hayatlarını cömertçe ortaya koymuşlardı. Onlar hayatımızın bu en güzel kışına ve baharın ilk yağmurlarına sunulmuş birer armağandılar. Yoldaşların hatırı için bir değil,belki onlarca şarkı söylerlerdi ama benim istediğim bunun ötesindeydi.
O gece onlar şarkı söylemeye başladığında herkes ilgiyle onları dinlerken, ben bir Türk ve bir Kürt kızının birlikte kurdukları ses, söz ve kalplerinin uyumunu kameramın kadrajlarına nasıl kaydedeceğimi kara kara düşünüyordum. Şarkıyı öylesine güzel öylesine içten söylüyorlardı ve son mumun kırmızı ve titrek ışığı yüzlerini, gülüşlerini öylesine güzel aydınlatıyordu ki, o an söyledikleri şarkıyı dinlemediğimi fark etmemiştim bile. Şu an bile Mahsuni'nin parçasını söylediklerinin ötesinde şarkıya ilişkin hiç bir şey bilmiyorum. Kimse inanmaz ama öylesine etkilendiğim bu şarkının bir tek sözünü bile hatırlamıyorum. O andan aklımda kalan tek şey seslerinin tınısına kıstırdıkları eşsiz ezgi ve güzeller güzeli gülüşlerinde parıldayan yoldaş olmanın gizemiydi.
Nedense bende hep böyle oluyor. Gerçekleştirilenden çok onu gerçekleştiren, yaratılandan çok onun yaratıldığı doğa sarıveriyor ruhumu ve kalbimi böylesine fethedense seslerin sözlerin ötesinde, onlara anlamını veren, onları taşıyan, yükselten arkadaşlarımın hayatlarında saklı olan heyecan oluyor.
Bu iki fedai genç kız tabii ki, çekim yapma istemimi kabul etmediler. Kamera çekimi ne demek, bir fotoğraflarını bile vermeye razı olmadılar ama yine de alçak gönüllülüklerini elden bırakmadan ve yoldaşlık ahlakını göz ardı etmeden edemediler ve bana, bu konuyu bir kez daha düşüneceklerini söylediler.
En az onlar kadar ben de haklıydım. Hiçbir şeyin ve hiçbir anın tekrarının olmadığı bu dağlarda bir daha bu anı yakalayamayacağımı çok iyi biliyordum. Böyle zamanlarda konuşmaya başlayan içimdeki ses, 'ne yaparsan yap, bu iki fedai kızın seslerini ve görünümlerini kayda al' diyordu. Biri Sivaslı diğeri Serhat'lı, biri Türk diğeri Kürt, bu iki fedai kız Botan'ın toprak kokan gecelerinde bir daha karşıma çıkar ve bir kez daha o şarkıyı söylerler miydi, bir kez daha gözlerini diktikleri mumun kırmızı alevinde cömertçe gülerler miydi ve bir kez daha ne kalbinin, ne de arkadaşlarının sesine söz geçiremeyen kameramanın kalbini fethederler miydi... Zaman bir kez daha bana bu fırsatı tanır, bir türlü tam olarak doldurmayı başaramadığım ve gönlümce çekim yapamadığım kameramın bataryaları bu defa yeter miydi...
Bunları onlara bu şekilde anlatmadım. Daha açık, daha net ve daha acımasız konuştum. Onların ilgiyle ve gülümseyerek bakan yüzlerine ve beni reddedişlerine karşılık ancak şu sözleri söyleyebildim:
'Arkadaşlar bu bir savaş ve Botan bu savaşın kalbi... ve burada, bu savaşın orta yerinde bazı anlar hiç bir zaman tekrar edilemez.'
Ama kim anlar, kim bilebilirdi ki, Kameraman Halil'in yıllardır bu dağlarda neler yaşadığını... Kaç dağ yürekli insan, kaç güzel sesli yiğit bir tek görünüm, bir tek cümle vermeden geçip gitmişti yanı başından. Kamerasının objektifine yakalanmadan geçip giden dağ çocuklarının kaçının ardından ağladığını, hayatta hiç bir şey için dökmediği göz yaşlarını bir tek onların çekemediği fotoğrafları için döktüğünü kimse bilemezdi. Ve kaçırdığı yüzleri ve sözleri yakalamak için çıktığı bu yolculukta yakalayamadıklarının giderek arttığını, hüzünlerini azaltmak dağıtmak için taşıdığı bohçasının, kuzeyin bu amansız yollarında daha çok ağırlaştığını, damla damla akan gözyaşlarıyla dolduğunu kimse bilemezdi.
Karşımda tam bir cevap vermeden durmuş içten gülüşleri ve güzeller güzeli simalarıyla bana bakan bu iki yoldaşım da kalbimden geçenlerin farkında değildiler. Ama ben onların bakışlarında ne yaparsam yapayım onları ikna edemeyeceğimi fark etmiştim.
Onların Halil'in kamerasından daha büyük görevleri vardı, elbette... En acımasız yollar ve en amansız düşmanlar onları bekliyordu. Hayatlarını adadıkları o büyük eylem için düşmanlarına fırsat sunabilecek bir tek fotoğraf bile bırakmamalıydılar. Bu fotoğrafı çekecek Kameraman Halil olsa bile hiç bir şeyi şansa bırakmamalıydılar. Ve öyle yaptılar...
Ama ayrılırken 'yine de bir kez daha düşüneceğiz' demeyi ihmal etmediler.
Bugün 13 Mart ve ikinci gününü tamamlayan Hezil vadisi çatışması devam ediyor. Ekin ve Ararat yoldaşlar iki gündür bu kıyasıya süren çatışmanın orta yerindeler. Casus uçakları, kobra helikopterleri, özel harekatçılar ve Segirke'nin çeteleri onları vurmak için ateş yağdırıyor. Bütün dünya bir olmuş Ortadoğu halklarının umudu, güzeller güzeli iki genç kızı, iki fedaiyi vurmak için çaba harcıyorlar.
Ama hiç biri şu gerçeği bilmiyorlar; Onlar zaten gencecik hayatlarını, eşsiz gülüşlerini, en bakir hayallerini bu yol için feda etmişler. Zaten böyle kıran kırana kıyasıya bir yaşamı ve göğüs göğüse vuruşarak ölmeyi hayal etmişler. ve bu nedenle arkadaşları onlara 'fedailer' ismini vermişler...
Ben ise şu an ancak çatışma ve bombardıman seslerini dinliyor ve onların içinde bulunduğu düşman çemberini yarmak için gidecek yoldaşlara ekmek ve su hazırlayabiliyorum.
Daha fazlasını yapmama izin vermedikleri için de dua ediyor ve 'neden daha fazla ısrar etmedim' diye kahroluyorum.
Neden onlar kadar olamadım... Onların görevlerine olan bağlılığını neden ben kendi görevim için sergileyemedim. Bu yollara onlar için düştüysem öyleyse ne yapıp ne edip görevimi başarmalıydım. Botan dağlarında yaşananları ve yaşayanları bir kare dahi olsa mutlaka kamerama kaydetmeliyim. Yoksa benim zayıf kalbim buna daha fazla dayanamaz ve kalbimin kaydettiği bu fotoğrafları başka türlü taşıyamam.
Ama kendime söz veriyorum; bu son olsun, eğer bu iki fedai, bu iki güzeller güzeli kız o cehennemden, o kuşatmadan kurtulurlarsa, bu defa benden kurtulamayacaklar. Kameram bu sefer onların gözünün yaşına bakmayacak...
Bu yazıyı tamamladıktan yaklaşık kırk beş dakika sonra Ararat yoldaş tek başına geldiğinde, yazıya bu son cümleleri eklemeye başladım. İki gündür süren çatışmanın bütün yorgunluğu ve hüznü üzerindeydi. Ararat uzun zaman konuşmadı. Başını Nuda arkadaşın göğsüne yasladı ve öylece bekledi. Kuşatmadan tek başına çıkmıştı. Hiç birimiz O'na Türkmen kızı Ekin'i soramadık.
Çünkü hepimiz, O'nun orada, o kuşatmada bir kez olsun fotoğraflayamadığım gamzeli gülüşünü, kayda alamadığım eşsiz sesini ve gencecik hayatını yoldaşları, halkı ve bütün hepimiz için gözünü kırpmadan feda ettiğini çok iyi biliyorduk.
Halil DAĞ / BOTAN
|
|
 |
|
|
|
|