Gülnaz Karataş (Beritan)

Adı Soyadı: Gülnaz Karataş Kod Adı: Berİtan Doğum Yeri: Solhan, aslen Dersim Doğum Tarihi: 1971 Partiye Katılışı: 1991 Şahadet Tarihi: 1992-Güney Savaşı 1971 yılında Solhan’da doğan Gülnaz Karataş-BERİTAN- aslen Dersim’lidir. Babasının görev durumundan dolayı Solhan’da dünyaya gelmiştir. Sonraki yıllarda ailesi Elazığ’a yerleşir. Elazığ’da ilkokulu okuduktan sonra, Elazığ Anadolu Lisesini kazanır, ortaokul ve liseyi Elazığ’da okur. 1989 yılında İstanbul Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesini kazanır ve üniversiteye başlar. Gülnaz’ı 1984 yılında Anadolu Lisesine kayıt olduğu yıl tanıdım. Ben, hazırlık sınıfındaydım. Gülnaz, hazırlık sınıfını bitirmiş, ortaokul birinci sınıfa başlamıştı. Daha sonraki yıllarda, okuldan ve ardından İstanbul’da üniversite yıllarında olan birlikteliğimize dönük yine, Gülnaz’ın karakteristik özelliklerini anlatan bazı anıları yazmaya çalışacağım. Elazığ, ağırlıkta gericiliğin, dinin ve ülkücülüğün ağır etkisi altında olan bir kenttir. Özellikle 12 Eylül sonrasının sıkıyönetim koşulları, bu atmosferi çok daha ağır kılmıştır. Elazığ’da, Dersim kökenli ailelerin oturduğu temel iki mahalle vardır. Fevzi Çakmak ve Yıldızbağları.... Bu mahalleler alevi kültürüne dayalı, devrimci- demokrat mücadeleye sempati duyan, bunun yanı sıra sindirilmek istenen, baskıyla karşılaşan kesimlerdir. Kentin böylesi bir çelişki gerçeği ve çatışması söz konusuyken; Gülnaz da böylesi bir sosyal gerçeklik içinde çocukluk ve gençlik yıllarını geçirmişti.... Binbir çelişki, çatışma ve gücü oranında karşı koyuşla geçirdiği yıllardan, önemli deneyim ve güçlü özellikler de edinmişti. Elazığ Anadolu Lisesi de daha çok dinci, ülkücü hocaların ve öğrencilerin bulunduğu bir okuldu. Okullar, sistemin en fazla oturtulmaya çalışıldığı kurumlar ve en çok hizmet eden mekanlardı. Okul bileşiminden de kaynaklı bu hizmet, bulunduğumuz okulda çok daha katı bir biçimde yürütülüyordu. Gülnaz’ın çok fazla bilinçlice olmasa da, karakterindeki dik başlılıktan, baskıya gelmeyen, sistemin katı kural-kaidelerine refleks gösteren karakteri, çoğu zaman onun başını ağrıtmıştır. Adeta, bir savaş gibi, ısrarla dayatılan bazı kurallara gelmez ve bu gelmeyişinin zevkini, zafer kazanmış bir edayla kutlar, tadını çıkarırdı. Akıl almaz çılgınlıklar, onun yaşam tarzıydı. Ayrıksıydı. Bilinçle henüz yoğrulmamış bile olsa varolan kurulu nizama, ortama ayrıksıydı. Ayakkabılar.... Okullarda, hep tek tip elbise giyilir. Forma, çorap ve hatta ayakkabı, saç bağlarının bile renkleri tek tip olmak zorundadır. Bu disiplini sağlamak için, okul idaresi, dönem dönem kıyafet kontrolü yapardı okulda. Daha çok Pazartesi günleri, İstiklal Marşının okunmasından sonra yapılırdı. Gülnaz’ın, devrimciliğe olan ilgisinden kaynaklı olsa gerek, İstiklal Marşına katılmamak için, Pazartesi günleri okul törenlerine hep geç gelirdi. Sanki katılmayınca, o marşı söylemeyince çok büyük bir başarı elde etmiş gibi çocukça sevinirdi. Çünkü, o marş biraz da devletin, sömürünün sesi olarak algılanırdı. Yine, Pazartesi günlerinde yapılan sıkı kıyafet kontrollerine katılmamak da geç gelmenin bir diğer nedeni ve amacıydı. Çünkü Gülnaz, hiçbir zaman belirtilen renkte çorap giymezdi. Kız öğrencilerin gri çorap giymesi gerektiği halde, Gülnaz ve beraber olduğu bir grup arkadaş ısrarla beyaz çorap giyerlerdi. Günlerden bir Pazartesi sabahı tören uzadığı için, okula geç gitmemize rağmen kıyafet kontrolüne takılmıştık. Beyaz çoraplarımızı görünce hakkımızda işlem yapılmak üzere, disiplin kuruluna verildik. Müdür – yanlış değilsem adı Abdurrahman Genç’ti- bize ağır bir fırça çekerek, yaptığımızın ne anlama geldiğine dönük uzunca bir seminerden sonra, uyarı cezası verdi. Tabii hepimiz hem öfkeli hem kaygılı bir biçimde idareden ayrıldık. Öğlen arasında bizler çoraplarımızı değiştirerek, gri olanları istemeyerek de olsa, korkudan ve kaygıdan dolayı giymiştik. Öğlen arası, okula gittiğimde, ikinci katın koridorunda, koridorun en başında bulunan kızlar tuvaletinin kapısından bir sesin bağıra bağıra beni çağırdığını duyduğumda, sesi tanıyarak tuvalet bölümüne yöneldim. Evet, çağıran Gülnaz’dı. Öfkeli bir sesle, “Çorapları değiştirdin mi yoksa?” diye sordu. “Evet ne yapalım, yoksa Abdurrahman bize uzaklaştırma verecek. Zaten bahane arıyor” dedim. Kızgın bir ifade vardı yüzünde. “Sonra ya sen?” diye sorduğunda, kızgınlık birden zafer kazanmış bir edaya bürünen yüz ifadesine dönüşerek, keyifli bir tonla “Bak işte çorap için beni idareye vermek neymiş görsünler” diyerek ayaklarını uzattı. Gülnaz, değil çoraplarını değiştirmeyi, ayakkabılarını bile değiştirmişti. Bir ayağına kırmızı diğer ayağına mavi konvers bez ayakkabılardan giyerek beyaz çoraplarıyla okula gelmişti....Bizler, bir yönelimle gri adım atmıştık, ama o daha da ilerleterek ayakkabıları hem de farklı iki renkte giyinerek gelmiş, isyanına devam etmişti.... Elbette sorun çorap ve ayakkabı değildi. Okul ortamının aşırı sıkı, baskıcı yaklaşımına kendi çapında geliştirdiği bir isyan, kuralları delme arzusu, ayrıksı, inatçı yaşam duruşunun sadece pratik bir örneğiydi. Dergiler.... Okul yılları, 12 Eylül sonrası sürecin ağır sindirme politikalarının olduğu yıllardı. Biraz olsun sosyal yaşama, siyasal gündeme ilgi duyan gençlik, şiddetli bir şekilde bastırıldı. Değişik cezalara maruz kalındı. Okulda, üç-beş kişilik bir arkadaş grubu olarak, kendi kendimizi sözde devrimci-demokrat grup olarak görürdük. Kitap okumak, dergi okumak, ileri sanatçıların kasetlerini dinlemek en büyük faaliyetimizdi. O yıllarda 2000’e Doğru, Yankı vb. bazı dergiler vardı. içeriğini çok derin anlayamasak da, belirttiğim mantığımızdan dolayı büyük bir heyecan ve coşkuyla alır, birbirimize verir okurduk. Bu dergiler çoğu zaman çıktığı gibi toplatma kararıyla karşılaşır, yani yasaklanırdı. Zaten bunların okula getirilmesi, başlı başına sakıncalı ve yasaktı. Gülnaz, bu dergileri okuduğunda bizlere de verirdi. Çünkü, okula getirip de vermenin heyecanı, riski bambaşkaydı. Okula getirirken dergiler kızlar tuvaletinde ya radyotörlerin arkasında ya da sifonu bozuk olan bir tuvaletin içinde saklanır, esrarengiz bir havayla dergileri çıkarır, kendisiyle götürürdü. İşin macerası, heyecanı buydu. Yine okul gibi, herşeyin yasak ve sakıncalı olduğu, en temel sistemin kurumuna, gizliden meydan okumaydı. Yasakçı kurallardan adeta intikam almaydı. Dergiler bu tarzda verilirken, ifadesi zor bir haz alınırdı. Sanki, çok önemli bir eylem gerçekleştirilmiş gibi dergilerin devralınmasıyla, Gülnaz, yanımıza geldiğinde fısıldayan bir sesle - O iş tamam mı? derdi. Bizler de aynı tonda “Tamamdır” deyip uzaklaşırdık. Spor, Hentbol Maçı Gülnaz’ın okul yıllarında spora ilgisi ve spor faaliyetlerinde aktif yer alması, onun en belirgin yanlarındandı. Okulda, hentbol takımının kaptanıydı. Ayrıca voleybol ve basketbol da oynar, bu takımlarda da yer alırdı. En büyük ilgisi ise, masa tenisiydi. Elazığ’da il birincisi olmuş, Çanakkale’ye Türkiye şampiyonasına katılmak üzere gitmişti. Çıkan bazı teknik sorunlardan dolayı, şampiyonlarda geri çekilmek durumunda kalmışlardı. Yaratıcı, maceracı kişiliği, spor müsabakalarına da yansımasını gösterirdi. Mehmet Akif Lisesiyle olan hentbol maçında yaptıkları bunun örneğidir. Önemli, tarihi bir maçtı. Gülnaz takım kaptanıydı. Maçın sonlarına doğru, bizim kaleci kırmızı kart yedi. Oyuncu değişikliği yapma hakkımız da kalmamıştı. Zor bir durumdaydık ve maç da kazanılmalıydı. Gülnaz, büyük bir sorumlulukla kaleye geçti. Maçın son dakikalarıydı ve bütün salon tezahürattan inliyordu. Kalede olduğu esnada Gülnaz, birden kalede olduğunu unutarak topu alıp karşı kaleye doğru yöneldi. Kalemiz boş kalmıştı, top Gülnaz’daydı ve Gülnaz sahada ilerliyordu. Her kes nefesini tutmuş, Gülnaz’ı izliyordu. Arada bir “Gülnaz, kaleye dön!” çığlıkları yükseliyordu. Gülnaz topla birlikte karşı kaleye yaklaşarak, muhteşem bir gol attı. Ve maçı kazanmayı garantileyerek herkesi rahatlattı. Her kes şaşkın ve heyecanla onu izlerken kalesine dönmek için hızla koşmaya başladı. Bizim lisenin taraftarlarının bulunduğu bölgeye yaklaşınca ellerini havaya kaldırıp bu kez de amigoluk yaparak tüm taraftarları coşturdu... aynı anda hem kaleci, hem golcü hem de amigoluk görevini üstlenerek, müthiş bir başarı kazandırdı. Ve morali zirveye çıkardı. Ondaki sorumluluk, çok yönlülük, azim bu şekilde kendisini gösteriyordu. Maçı kazanarak starttan ayrıldık... yine futbolla çok ilgiliydi. Hiçbir maçı kaçırmazdı. Özellikle derbi maçları...kızlar futbolla fazla ilgilenmezler. Onda ki ise adeta bu gerçeğe inat gibi, daha yoğun ilgili olmaktı. Koyu bir Fenerbahçeliydi. Sarı-lacivert renklerini çok sever, çok giyinirdi. Son yıllarda Türk futbolunda sıkılmış, yabancı takımlara yönelmişti. İyi bir Real –Madridliydi. Real- Madrid İspanya takımıydı...İspanya, Avrupa’nın iç savaş veren ülkelerinden biri olarak, Gülnaz’ın dikkatini çok çekiyordu. Real-Madrid sevgisi biraz da bundandı. 11 oyuncu, artı yedekleriyle 16 kişilik kadrosunun hepsini tanırdı. Arada bir kendisi de futbol oynardı okulda. Ancak Elazığ gibi bir kentte, o yıllarda bir genç kızın futbol oynaması çok hoş karşılanmazdı. Bu durum, onun kurallara karşı çıkmasını gerektiriyor, kimlik gibi sahipleniyordu özelliklerine... Tiyatro Gülnaz’ın sosyalitesinin bir diğer boyutu, tiyatroya olan ilgisiydi. Okulda da bazı müsamere- piyes gösterilerinde rol alır; çok iyi oynardı. Bunun yanı sıra Elazığ’a pek nadir gelen devlet tiyatrolarının seanslarının hiç kaçırmazdı. O yıllar Elazığ’da kızların sinemaya, tiyatroya gitmesi pek hoş karşılanmazdı. Hatta ayıplarlardı. Ancak Gülnaz tüm bu yargılara rağmen, örgütlediği bir grup arkadaşla, yine ablalarını da yanına alarak bu devlet tiyatrolarına mutlaka giderdi. Yine Elazığ’da, kızların hava karardıktan sonra, dışarı çıkmaları pek olmazdı. O da ayıp ve aynı zamanda tehlikeli olarak ele alınırdı. Ya da çıkılırsa bile mutlaka bir erkekle –ki bu çoğu zaman küçük bir erkek çocuğu da olabilir, ama sonuçta erkektir işte- olmalıydı. Gülnaz buna çok tepkili yaklaşır, tek başına ya da kız arkadaşlarıyla karanlıkta da dışarı çıkar, kendince bu yargıya da meydan okurdu. Okulumuzun yanında, küçük bir köftecinin dükkanı vardı. Fevzi Çakmak mahallesine ayrılan yol kavşağındaydı. Köfteci, Gülnaz’ın mahalleden arkadaşıydı. Köftecinin arka bölmesinde küçük bir oda vardı. Sadece iki masa bulunurdu. Müşteriler ayakta köfte yer, giderdi. Arka bölmeyi, arkadaşı olduğu için izinli verirdi. O köftecinin arka bölmesi bir anlamda buluşma yerimizdi. Lisenin son yıllarına doğru sigaraya başlamıştık. Sigara okulda içilmediği için orada sigara içilir, diğer liselerden tanıdığımız demokrat kesimden arkadaşlarla buluşurduk. Bir buluşma, randevu yeri gibiydi. Sigaraya Gülnaz’ın başlamasının nedeni de, bir özentiden ziyade, “kızlar sigara içmez, hele lokanta, pastane vb. yerlerde hiç içilmemeli” yasağına duyulan tepkidendi. Tabii biraz da büyümenin ifadesi, yine çok özendiğimiz devrimci- demokrat abla ve abilerimizin sigara içiyor olmasına bir nebze benzeşme arzusuydu. O köfteci, sayısız sohbete, tartışmaya, buluşmaya mekan olmuştu. Hiç unutmam, bir keresinde -sanırım ilk ve son görüşümdü- Şehit Zınarin de (Selma) oraya gelmişti ve orada tanışmıştık. Yine Şehit Dersim’le (Aynur) Elazığ’a gelişlerinde, gidip takıldığımız temel bir mekandı. Kendimizce okunan kitapları, dergileri ateşli ateşli tartışırdık. Yine Gülnaz, ezberlediği Nazım şiirlerini orada okurdu. Erbil Tuşalp Elazığ’da ‘87-88 yıllarında Cumhuriyet Kitap Kulübü açılmıştı. Bu kitap kulübü dönem dönem bazı yazarların imza günlerini örgütlerdi. Gülnaz, kulübü görmüş, tanımış, takip ediyordu. İmza günlerini kaçırmazdı. Gidip yazarları görüp, o sönük kentte aydınlarla tartışmanın tadını almaya çalışırdı. Beni götürdüğü ilk imza günü Bekir Yıldız ve Erbil Tuşalp’ın geldiği gündü. Tanıdığı, ilgilendiği arkadaşları da örgütler götürürdü. Bekir Yıldız, bizi lise formasıyla görünce oldukça ilgili yaklaşmış, sohbet etmiş ve kitaplarımızı imzalamıştı. ‘Halkalı Köle’ kitabını imzalamıştı. Gülnaz’la sonra Erbil Tuşalp’ın yanına gittik ‘Bir İnsan’ ve ‘Bir Tanık’ kitaplarını imzalatacaktık. O fazla ilgili değildi, ancak kitapları imzaladı. Gülnaz’ın ‘Bir İnsan’ kitabının kapağını, kalemle çizdiği bir resmi vardı. Gülnaz’ın bir diğer yeteneği de resimdi. Ancak kara kalem çizerdi, renkli resim çizmezdi. Yine çizdikleri çoğunlukla soyut resim stilindeydi. ‘Bir İnsan’ kitabının resmini çizdiği kağıdı Erbil Tuşalp’a uzatıp “Bir de kitabın kapağını çalışmıştım, bunu da imzalar mısınız?” diye sordu. Tuşalp, biraz inceledikten sonra ekşiyen surat ifadesiyle “Pek benzetememişsin, iyi olmamış” dedi kibirli bir tarzda. Gülnaz biraz bozulsa da hissettirmeden ve coşkulu, tok bir sesle “Olsun” dedi “Ben o kadar emek verdim, siz yine imzalayın” diyerek Erbil Tuşalp’a cevabını verdi; emeğe saygıyı öğretmek istercesine. Hiçbir şeyin altında kalmayı kabul etmez, mutlaka karşılık verirdi. Edebiyat Okumayı çok severdi. Daha orta okuldayken bile devrimleri anlatan romanları, kitapları okurdu. O dönemin duyarlı, devrime ilgili her genci gibi, O da Gorki’yi okumayla başlamıştı. ‘Ana’, ‘Çocukluğum’, ‘Benim Üniversitelerim’ ilk okuduklarıydı. Vietnam Devrimi’ni anlatan ‘Saygon Zindanları’, Nikaragua’yı anlatan ‘Sandino’nun Kızları’, ‘Che Guvera’nın Anıları’, Çernişevski’nin ‘Nasıl Yaşamalı?’ kitapları ilgiyle okuduğu ve arkadaşlarına da okumaları için verdiği kitaplardı. Yaşar hayranıydı, eline geçen tüm kitaplarını okumuştu. Yine Bekir Yıldız’ı çok severdi. Şiire ilgisi daha büyüktü. Koyu bir Nazım Hikmet hayranıydı. Pek çok şiirini ezbere bilir, ”Nazım Usta” diye bahsederdi. Yine Hasan Hüseyin, Ahmet Arif’i severdi. Onun şiirlerindeki dobralık, onu en çok etkileyen yanıydı. Yabancı şairlerden Pablo Neruda’yı çok okuyordu. Neruda’ya Latin Amerikalı olduğundan dolayı çok ilgi duyar, severdi. Şiire tutkundu. Adeta şiir gibi yaşardı. Nazım’ın “Sen mutluluğun resmini çizebilir misin?......” diye başlayan ve mutluluğu Abidin’e (Abidin Dino) çizdirmek isteyen şiirine çok tutkundu. Belki de mutluluk arayışından olsa gerek. Bu yüzdendir belki de, yıllar sonra, gerilla saflarında yazdığı coşkulu şiirinde, kavganın, savaşın tadını anlatmaya çalıştığı şiirinde mutluluğu bulmuş olsa gerek, okul yıllarında dilinden düşürmediği bu şiirdeki mutluluk arayışını şu şekilde ifade etmişti; “Gelsin de Abidin çizsin bu kavganın resmini.....” Evet, Gülnaz mutluluğu bulmuştu gerillada. Nazım ustanın sorusuna, Abidin’in çizim arayışına cevaben, gerillada yazdığı şiirinde tanımını yapmıştı mutluluğun... Lise 2. sınıftayken edebiyat hocası, kompozisyon dersinde ‘biyografi nasıl yazılır’ dersini vermiş ve herkese biyografisini yazmak üzere ödev vermişti. Gülnaz’ın yazdığı biyografiyi getirip, bizim sınıfta-biz lise birdeydik-okumuştu. O yazının stili ve içeriği farklıydı. Herkes düz bir şekilde kendisini, ailesini vb. anlatırken, Gülnaz’ın yazdığı farklıydı. Hatırladığım kadarıyla şöyleydi; en başta adı-soyadı, doğum yeri ve tarihi vb. sicilini düzenli bir biçimde yazıp, sonra yazıya başlamıştı: “Kütükte beni böyle tanıyacaksınız, ama bu beni anlamanıza yetecek mi? Vietnam’da çalışan bir işçi yeşile tutkunluğumu bilecek mi? Nikaragua’daki kadınlar, boş zamanlarımda balkona çıkıp saatlerce gökyüzünü izlediğimi bilecek mi? Ayakkabı boyacılığı yapan çocuklar, kitaplara şiirlere olan ilgimi duyacak mı?......” vb. tarzdan, okuduğu kitaplardan tanıdığı kesimlere seslenerek, hem toplumsal gerçekliğini hem de kendi özelliklerini anlatmıştı. Yazının sonunda “Kütükteki halim mi anlatıyor beni, yoksa bunlar mı? Belki kütük söyleyecek, ama asıl beni anlatan yazdıklarımdır” tarzında bir cümleyle tamamlamıştı. Tabii ki, örnek bir kompozisyon olarak, bir diğer sınıfta okunması onun başarısının, yeteneğinin göstergesiydi. Ancak daha da önemlisi o yaştayken, klasik sınırları aşıp farklı yorumlarla yazıyı yazması onun edebiyatçı yönünü daha o yıllarda ele veriyordu. Üniversiteye Başlarken... Gülnaz 1989 yılında bitirdiği Elazığ Anadolu Lisesi’nden mezun olduktan sonra aynı yıl İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne kayıt yaptırdı. Üniversiteye başlarken, yoğun arayışları, giderek olgunlaşan mücadele arayışı ön plandaydı. İlk yılında Parti’yle tanışmıştı. İlginç olan odur ki, Gülnaz ‘89 yılına dek de Kürt olduğunu bilmiyordu... devrimciliğe, mücadeleye ilgisi belki gençlik yıllarında, erkenden başlamıştı. Ama ulusal bilinci hiç yoktu... ‘89 Newroz’unda lise son sınıftayken bir arkadaşı -“Gülnaz, Newroz’un kutlu olsun” dediğinde, -“Newroz ne demek?” diye sormuştu. Arkadaşı ona anlattığında ise; -“Biz Kürt değiliz ki, aleviyiz” diye safça cevap vermişti. Gülnaz, Kürtlük bilincinden bu denli uzak olmasına rağmen, üniversiteye başladığında, Parti’yi tanıdıktan sonra, bu denli hızlı bir gelişim, dönüşüm göstererek, erkenden mücadeleyle, halkıyla, ülkesiyle bütünleşmiştir. Gülnaz üniversitedeyken, hiçbir zaman gençliğin ucuz eylemselliklerine katılmıyordu. Onun için örgütün genel mücadelesi önemliydi. Akademik vb. haklar için verilen dermek mücadelelerini benimsemiyordu, “Bunlar kaypaktır, asıl mücadele yeri buralar değildir” diyordu. Gençlik çalışmalarında kısa bir süre kaldıktan sonra, l990 yılında eğitim kamplarına, Yunanistan’a gitti. Bir devre eğitim gördükten sonra, illegal, kitle çalışmalarında yer almak üzere İstanbul’a geri gönderilmişti. Aksaray çevresinde, Siirtli, Mardinli kitlenin içinde bir süre faaliyet yürüttü. Halkla çabuk bütünleşmişti. Kitle, özellikle analar onu çok severdi... çat-pat Kürtçe de öğrenmeye başlamıştı... daha sonra bir operasyonda Şehit Jiyan’la (Yıldız Durmuş) birlikte yakalandı. Gözaltında çözülmemişti, direnmişti. Bir süre cezaevinde -Bayrampaşa cezaevi- kaldıktan sonra çıktı. Ülkeye ‘91 baharında yöneldi...zindan sürecini ülkeye hazırlık olarak değerlendirmiş, birebir karşılaştığı düşman gerçekliği onun öfkesini, kinini bilemiş, kararlaştırmıştı. Gülnaz okulda da duruşuyla farklıydı. Giyimi, yaşamı, ilişkileri bir bütün ayrı, ayrıksıydı. Bu yüzden ona fakültede ‘anarşist’ derlerdi. İstanbul’u çok severdi. Sosyal gerçekliği çok zengin ve parçalı olan bu kent ona çok şey öğretmişti ve O, bu şehre bağlanmıştı.... bir de Nazım’ın İstanbul’u anlatan şiirleri, bu bağlılığını çok daha romantik kılmıştı. Ülkeye gelmeden önceki son görüşmemizde, sahilde oturmuş, uzun uzadıya denizi seyretmiştik. Denizi çok severdi. Dağlar kadar, denize de vurgundu. Nazım’dan İstanbul’u anlatan bir şiir okuduktan sonra “Bu kente kim bilir bir daha ne zaman geleceğim? Bu kentin anlamı çok büyük, kavgayı buraya taşımak çok önemli” demişti. Garson Çocuk Gülnaz’ın ilişkilerindeki çekim ve etki gücünü en net olarak, İstanbul’da bir lokantada görmüştüm. Bir bahar akşamı Beşiktaş’ta karşılaşmıştık. Bir süre sahilde dolaştıktan sonra, yemek yemek için bir öğrenci lokantasına girdik. Paramız fazla yoktu. Mercimek söyledik, çorbayı içtik. Gülnaz acılı lahmacunu ve ayranı çok severdi. Yanımda bir miktar para vardı, ama bazı ihtiyaçlarım da vardı. Gülnaz’a lahmacun mu ısmarlayayım, yoksa ihtiyaçlarımı mı alayım diye biraz tereddüt ettim. Ama sonra uzun süredir görmediğim Gülnaz’a lahmacun ısmarlama düşüncesi baskın geldi ve lahmacun söyledik. Lahmacunlarımızı yerken sohbete başladık. Bize servis yapan genç, çocuk yaşta –13-14- bir garsondu. Gülnaz, servisleri yapma esnasında onunla diyaloğa geçip sohbete başladı. Kim olduğu, neden çalıştığı, ne için okumadığı vb. onu anlamaya çalışan, sıcak sorular sorarken, çocuk çok büyük bir moral ve keyifle biraz da şaşkınlıkla cevap veriyor. O da Gülnaz’a sorular soruyordu. Kısa, ama çok sıcak bir diyalog, sohbet gelişmişti... daha sonra, biz lokantadan çıkarken, hesabı istediğimizde, garson çocuk, ısrarla hesabı getirmedi, almak istemedi. Birkaç dakika bunun tartışmasını yapsak da, en sonunda garson baskın çıktı ve hesabı almadı ve ‘’Ben, sizin gibi müşteri görmedim, hayatta almam’’ diyerek, o sohbetten ne kadar etkilendiğini anlattı... Elbette ki, sorun hesabı alıp, almaması değildi. Gülnaz’ın kısacık bir sohbette, o genç çocukta bıraktığı izlenim, etki gücü, verdiği güvendi. Kim bilir, belki de o garsonla konuşan, ilgilenen ilk ve son müşteriydi Gülnaz ... herkesle her ortamda rahat ilişkilenebilmenin en nadide örneklerindendi Gülnaz... Ve Hüseyin ‘91 baharında Gülnaz’la bir diğer karşılaşmamızda, parmağındaki alyans dikkatimi çekmişti. Ama o yıllarda, farklı imaj vermek amacıyla, çok defa yüzük takıldığı için çok fazla farklı bir duruma ihtimal vermemiştim. Bir parkta, sahil şeridinde oturup konuşmaya başlayınca, kendisi anlatmaya başladı. Nişanlanmasına çok şaşırmıştım. Tam olarak anlayamasam da, nedendir bilemiyorum, ama sanki nişanlanmak ya da bir erkeği sevebilmek pek fazla Gülnaz’a göre değildi, ona sanki böylesi bir şey yakışmıyordu. Gülnaz, ayrıksı ve isyankar olanımızdı. Nasıl olmuştu da nişanlanmıştı? Dayanamayıp, “Sende mi bulaştın bu işlere” diye sordum. Anlamlı anlamlı bakarak “Niye ben sevemez miyim?” diye cevap verdi. “Yok, seversin sevmesine de, senden beklemiyordum” dedim. Yani onun mizacına biraz ters bir durumdu. Sonra, kim olduğunu ve nasıl olduğunu anlattı. Ama kendisinin asıl aşkının ülke olduğunu, gerilla olduğunu söyleyerek, birkaç gün sonra hareket edeceğini belirtti. Benim, Hüseyin’le aram pek iyi değildi, fazla anlaşamazdık. Bana “Biliyorum, Hüseyin’le çelişkilisiniz, ama görüş onunla, tartış, inan çok değişmiş” dedi. Hüseyin’le Gülnaz gittikten sonra, Gülnaz‘ın hatırına görüşmüştüm. Hüseyin’le görüşmeye giderken heyecanım farklıydı, arabada ‘Nasıl olacak’ diye düşünüyordum. Nedendir tam bilemiyorum ama Hüseyin gerçekten de bana farklı gelmişti. İkimiz de Gülnaz için bir araya gelmiştik. Sohbete başlayınca Hüseyin, Gülnaz giderken onunla görüşemediğini, ama kendisine gidişini ifadelendiren bir şiir bıraktığını söyleyerek, şiiri okumuştu. Uzun bir şiirdi. Ülkeye gidişinin sebeplerini yazıyordu. İlk mısrası, o zaman da beni çok etkilediği için hala hatıramdadır. “umuttan, sabahtan, ateşin çocuklarından korkan düşmanı vurmaya giderken, seni bırakıyorum...” diye devam ediyordu. Hüseyin’i bırakıyordu. Evet. Umut, zaferdi. Sabah gelecek; ateşin çocukları, halkı ve ülkesiydi... Onun gerçek aşkı işte bunlardı... Aşkı ülke, aşkı mücadeleydi... Bu yüzden Hüseyin üstün gelebilir miydi ki; gerçek aşkına! ... O, aşkı mücadelede bulmuştu bir kez... Tabii ki, o dönemin koşullarında bunu böylesi bir ifadeye kavuşturmak basit değildi... Mevcut bilinci ve kavrayış düzeyi onda böylesi bir gücü oluşturmuştu... Niçin Beritan ? Gülnaz, ülkeye gelmeden önce görüştüğümüzde kod adlarımızın ne olacağını birbirimize söylemiştik. Belki haberleşir, görüşürüz diye bilelim demiştik. Bana adını Binevş yapacağını söylemişti. Berivan arkadaştan çok etkilenmişti ve bu nedenle Binevş Agal’ın adını taşımak istiyordu. Sonrasında, ülkede Binevş adı çok olduğu için değiştirmiş, Beritan yapmıştı. İlk duyduğumda aklıma hemen onun Beritan aşiretine olan ilgisi geldi. Lisedeyken okuduğumuz kitaplar arasında, aşiretçilik ve aşiretler üzerine olanlar da vardı. Beritan aşiretini anlatan ince bir kitabı okumuştuk. 2000’e Doğru dergisinin bir sayısında da o aşireti anlatan bir yazı vardı. Koçerdirler, dağ dağ, yayla yayla dolaşırlar. En çok da Solhan-Karlıova yaylalarında... Amed dağları, Şerefdinler, Serhad yaylaları gezdikleri yerlerdir. Dağlara vurgundurlar. Bize yaşamları çok ilginç gelmişti... Elazığ’da da o aşiretten olanların bir oteli vardı. Adı, Beritan Oteli idi. Gülnaz, o aşirete büyük bir ilgi, sevgi duyardı. Öyle zannediyorum ki; ismini değiştirmek durumunda kaldığında bu ilgisi belirmiştir belleğinde ve adını Beritan yapmıştır. Beritan aşireti dağlara vurgundur, Gülnaz da... Budur onları yakınlaştıran, birleştiren..... Ne Mutlu Bese’lere... Ülkeye gitmeden önceki son görüşmemizde daha fazla olgunlaşan iki genç olarak tartışmıştık. Çocukluk, lise yıllarının arayışları ve arayışların somutlaştığı PKK’yi konuşmuştuk. Dersim’den izmin etkilerinden bahsetmiş, ’38 Dersim isyanını, katliamını konuşmuştuk. O zaman söylediği bir söz vardı Gülnaz’ın... Kayalardan kendini atarak şehit düştüğünü duyduğum zaman, söylediği o söz şimşek gibi kafamda çakmış, sesi kulaklarımda çınlamıştı... Bu bir tesadüf olabilir miydi? Tarihin garip cilvesi miydi? Kahramanların özde varolan aynı ruhlarının, direnişçiliğinin şahadet biçimlerinde de aynılaşması mıdır? Bilinmez... Ama o sözler hala kulaklarımda çınlamaktadırlar. Gülnaz, bahsettiğim o konuşmada Dersim isyancılığı ve kahramanlığını anlatırken ihaneti ve katliamları da yoğun olan bu kenti duygu karmaşasıyla anlatıp, tartışmış ve “Ne mutlu Bese’ler gibi teslim olmamak için kendisini uçurumlardan, kayalardan atanlara, acaba biz de onlar gibi yiğit olabilecek miyiz?” demişti. Evet Gülnaz, sen de ‘Ne Mutlu Bese’lere’ dediğin gibi oldun; mutlu oldun. Bese oldun. Kahraman direnişçiliğin, bunu gerçekleştirme biçimiyle de aynı oldu. Dersim katliamında da ihanet, işbirliği, düşman vardı. Teslim olmamak için onlar kendilerini kayalardan attılar. Sen de, ’92 Güney savaşında ihanete-işbirlikçiliğe teslim olmamak için, mutlak özgürlükçü karakterinle genç bedenini kayalardan attın. Özgürlüğümüzün ifadesi, özgürlüğümüzün onuru oldun... Aradığın mutluluk resmini, gerillada, dağlarda buldun; kavgada buldun ve o resmin kendisi sen oldun Gülnaz... Beritanlaşan sen oldun... Ne Mutlu Sana, Ne Mutlu Senin Anını yaşatanlara... Ülkeye, Beseleşme kararıyla yönelmesi, O’nun gerçekleştirdiği tarihi eylemin asıl zeminidir. O, ülkeye geçmişe olan en ufak bir şeyi yaşamadan mutlak netlik ve kararlılıkla yönelmişti. O’nu güçlendiren, O’nu Beritan yapan da, işte bu kararlılık düzeyi, netleşen kişilik gerçeğiydi...
 
 
Bugün 1 ziyaretçi (1 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol